26 Aralık 2019 Perşembe
Erkek cinsel organı sağlığı ile ilgili merak edilenler
23 Aralık 2019 Pazartesi
İnternette 8 saat geçirenler dikkat!
Uzmanların, TBMM 'Bilişim ve İnternet Araştırma Komisyonu'na sunduğu rapor tartışma yarattı
Ankara Numune Eğitimve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği'nden Doç. Dr. Tunçer Okay'ın, TBMM Bilişimve İnternet Araştırma Komisyonu'na sunduğu "İnternet Bağımlılığı" başlıklı raporda, bağımlı tanısı konulan kişilerin,madde bağımlılığına olan yatkınlığının psikiyatri kliniklerinde başlıca araştırma konusu olduğu kaydedildi.
Ruhbilimci Kimberly Young'un, bilimsel literatürde kabul gören "internet bağımlılığı kriterleri''ne de yer verilen raporda, internet bağımlılığının en yaygın türleri arasında, pornografi tutkusunun ilk sıralarda yer aldığı görülürken, onumantık dışı oyun tutkusu, sosyalmedya aktiviteleri ve internet üzerinden alışveriş yapma ve kumar tutkusu izliyor. Haftada 8 ila 40 saat internete giren kişileri bağımlı olarak nitelendiren uzmanlar, bağımlılarının yüzde 50'sinde psikiyatrik rahatsızlık bulunduğunu öne sürüyor. Raporda, bağımlılığın erkeklerde görülme sıklığının kadınlardan 2 ila 3 kat fazla olduğunun tespit edildiği vurgulandı. İnternet Bağımlılığı'nın, fiziksel rahatsızlıklara da yol açtığı bildirilirken, sıklıkla görülen fiziksel rahatsızlıklar arasında obezite, sırt ağrısı ve postür bozuklukları ilk sırayı alıyor.
Kimberly Young'un "Patolojik internet kullanımı kriterleri:
İnternet ile ilgili aşırı zihinsel uğraş. (Sürekli olarak interneti düşünme)
İstenilen keyfi almak için, giderek daha fazla oranda internet kullanma ihtiyacı duyma.
İnternet kullanımının azaltılması ya da kesilmesi durumunda huzursuzluk ve kızgınlık.
Planlanandan uzun süre internette kalma.
Aşırı internet kullanımı nedeniyle aile, okul, iş ve arkadaş çevresiyle sorunlar yaşama, eğitim ve kariyeri tehlikeye atma, kaybetme.
Başkalarına (aile, arkadaşlar, terapist vb.) internette kalma süresi ile ilgili yalan söyleme.
İnterneti problemlerden kaçmak veya olumsuz duygulardan uzaklaşmak için kullanma.
26ce2c16dbd44247b845ccd02f710878
Çeşit çeşit aşure!
Esmer aşure
Malzemeler:
* 250 gr aşurelik buğday
* 50 gr pirinç
* 30 su bardağı su
* 550 gr esmer toz şeker
* 25 gr kuş üzümü
* 150 gr sultani üzüm
* 100 gr iç badem
* 100 gr iç ceviz
50 gr fındık
* 50 gr kuru kayısı
* 3 diş karanfil
* 1.5 tatlı kaşığı zencefil
* 1 kahve fincanı gülsuyu (arzuya bağlı)
Yapılışı:
Buğday ve pirinci bir gece üzerine çıkacak kadar suda bekletin. Ertesi gün suyunu süzün. 30 su bardağı su ilavesiyle az ateşte 6-7 saat pişirin. Yumuşamış buğday ve pirinci suyuyla beraber bir tahta kaşıkla ezerek süzgeçten geçirin. Özlü buğday suyuna şekeri ilave ederek orta ateşte şeker eriyene kadar karıştırarak pişirin. Gerekirse su ilave edin. Bir iki taşım kaynattıktan sonra ayıklanmış ve yıkanmış sultani üzümü, kuş üzümünü, küçük kesilmiş kuru kayısıyı, iç bademi, doğranmış cevizi, kavrulmuş fındığı, karanfili, zencefili ve dilerseniz gül suyunu ilave edin. Bir taşım daha kaynatın ve kaselere dökerek paylaştırın. Soğuyunca üzerini badem, ceviz, üzüm ve narla süsleyin.
Sütlü aşure
Malzemeler
250 gr aşurelik buğday
100 gr pirinç
30 su bardağı su
3 su bardağı süt
750 gr toz şeker
50 gr kuru fasulye
50 gr kuru bakla
50 gr nohut
100 gr iç ceviz
100 gr kuru kayısı
150 gr sultani üzüm
100 gr incir
25 gr dolmalık fıstık
25 gr kuş üzümü
100 gr iç badem
1 kahve fincanı gülsuyu (arzuya bağlı)
Yapılışı:
Buğday ve pirinci üzerine çıkacak kadar suda bir gece bekletin. Ertesi gün suyu süzün. 30 su bardağı su ilavesiyle az ateşte 6-7 saat pişirin. Yumuşamış buğday ve pirinci suyuyla beraber bir tahta kaşıkla ezerek süzgeçten geçirin. Özlü buğday suyuna şekeri ve sütü ilave ederek orta ateşte şeker eriyene kadar karıştırarak pişirin. Gerekirse su ilave edin. Bir iki taşım kaynattıktan sonra bir gece evvelden suya yatırılmış ve sonra da haşlanmış kuru fasulye, bakla ve kabukları ayıklanmış nohut ekleyin. Ayrıca ayıklanmış ve yıkanmış sultani üzümü, kuş üzümünü, küçük kesilmiş kuru kayısı ve inciri, dolmalık fıstığı, iç bademi, doğranmış cevizi ve dilerseniz gül suyunu ilave edin. Bir taşım daha kaynatın ve kaselere dökerek paylaştırın. Soğuyunca üzerini badem, ceviz, üzüm ve narla süsleyin.
Not: Aşurenin daha beyaz olması için şeker ve sütten sonra içine hiçbir malzeme atmayın.
Aşure
Malzemeler
2 su bardağı buğday
1 su bardağı kuru bakla
1 su bardağı pirinç
1 su bardağı nohut
1 su bardağı kuru fasulye
1 su bardağı kuru sarı üzüm
15 adet kuru kayısı ikiye bölünmüş
300 gr. kestane haşlanmış ve ayaklanmış
1,5 kg toz şeker
1 lt. süt
Yapılışı:
Buğdayı ve baklayı iyice yıkayın. Büyük bir aşure tenceresinin içinde, pirinci de ekleyerek 5 lt. suyla 20 dakika ağzı kapalı olarak kaynatın. Bir gece bekletin. Nohut, fasulye, üzüm ve kayısıyı da geceden ayrı ayrı kaplarda ıslatın. Üzerine 4 parmak su çıkacak kadar su ilavesiyle, sabahleyin tencereyi ağzı açık olarak orta ateşe koyun ve hiç karıştırmayın. Nohudu ve fasulyeyi haşlayın. Nohudun kabuklarını soyun ve her ikisini de tencereye ekleyin. Su azaldıysa 1 lt sıcak su ekleyin. Kaynattığınız ve süzdüğünüz üzüm ve kayısıları ekleyin. Malzemelerin hepsi piştiği zaman kestaneyi koyun. Kısık ateşte tüm bunlar 3 saat sürecektir. Daha sonra şekeri koyun ve artık hep karıştırın. Şekerle beraber kaynattığınız sütü de ilave edin. Şeker iyice emilene kadar, yarım saat gibi karıştırmaya devam edin. Altını kapattıktan sonra biraz bekletin ve henüz sıcakken servis tabaklarına koyun. Soğuyunca üzerini kuru üzüm, kuş üzümü, çiğ badem, Antep fıstığı, nar, ceviz, kuru incir ve kuru kayısıyla süsleyin.
Pekmezli aşure
Malzemeler
3 su bardağı haşlanmış buğday
1 su bardağı haşlanmış fasulye
1 su bardağı haşlanmış nohut
3 elma
6 sade incir
1 su bardağı sade kuru üzüm
2 su bardağı toz şeker
1 su bardağı pekmez
1 çorba kaşığı nişasta
Üzeri için:
Fındık
Hindistan cevizi
Kuru meyveler
Ceviz
Yeşil Fıstık
Yapılışı
2 litre su alın ve kıvamına göre ayarlayın. Tencereye 3 su bardağı haşlanmış buğdayı alın. Üzerine 1 su bardağı haşlanmış nohut, 1 su bardağı haşlanmış fasulye ve 1 su bardağı kuru üzüm ilave edin ve kaynamaya bırakın. Daha sonra elmaların kabuklarını soyun ve küp olarak kesin. Tencereye küp kesilmiş kuru incir ve elmaları alın. Kaynamaya bırakın. Daha sonra üzerine 1 su bardağı pekmezi ilave edin ve kaynamaya devam etsin. Üzerine 1 çorba kaşığı nişastayı sulandırın ve tencereye eritilmiş nişastayı ilave edin ve kıvamını bağlayın. Aşurenin kıvamı bağlandıktan sonra servis edin. Aşurenin üzerine hindistan cevizi, fındık, ceviz, yeşil fıstık ve kuru meyveler ile süsleyip servis edin.
e4c092a649dc430a912cb772220c1d00
Çatlaklardan doğan sanat: Kintsugi
Bir Japon sanatı olan Kintsugi'nin barındırdığı anlam dolu felsefe...
"Dünya herkesi kırıyor ve sonra bazıları o kırık yerlerden daha güçlü çıkıyor." -Ernest Hemingway
Hayat herkesin üstüne geliyor ve bazen kırılıyoruz. Kırılmanın kötü, tamir etmesi zor ve tamir edilse de ardında bıraktığı izlerin her zaman orada olacağı ve kötü görüneceği düşüncesine kapılıyoruz. Ama bir Japon felsefesi olan Wabi-Sabi kırılmaya ve kusurlara böyle bakmıyor.
Wabi-Sabi felsefesi, Budizm'de yer alan varoluşun üç işareti özgüven, ızdırap ve boşluk/anlamsızlıktan yola çıkarak gelişmiştir. Kusurun kabulü üzerine odaklıdır. Wabi ''rustik basitlik, sade şıklık'' ve sabi ''kusurlardan keyif alma'' olarak Türkçe'ye çevrilebilir.
Antik Japon Krallığı'nda kusur, aydınlanmaya giden yolda kilit adımlardan biri olarak görülürdü. Doğu'da kusura bu yaklaşım varken Batı'da ise kusurlu olan, bozulan ya da kırılan her şeyin artık işe yaramayacağı düşüncesi hakimdi. Yaşlanmak, zamanın akışı gibi konular Wabi-Sabi felsefesinde güzellik olarak görülürdü.
İşte Kintsugi sanatı da bu felsefeden beslenerek ortaya çıkmıştır. Kırılan vazo, bardak, çaydanlık gibi seramikleri atmak yerine kırıldıkları yerden altınla tekrar birleştirilme sanatıdır. Bize kusurların ve çatlakların aslında güzel olabileceğini göstermektedir. Bu sanatta amaçlanan şey, kırılan eşyanın deformasyonunu gizleyerek 'eskisinden daha iyi' ya da 'yeni gibi' olmasını sağlamak değil, bu deformasyon ve kusurları olabildiğince ortaya çıkarmaktır. Böylelikle eşyanın değeri daha da artar çünkü üzerinde yaşanmışlık vardır.
Kintsugi'nin hikayesi 15. yüzyılda Japonya'da başlar. Japon komutan Ashikaga Yoshimasa'nın çok sevdiği Çin yapımı çaydanlığı kırılır ve tamir edilmesini ister. Tamir edildikten sonraki halini hiç beğenmeyen komutan bu kez Japon zanaatkarları çağırır ve onlardan bu çaydanlığı estetik bir şekilde onarmalarını ister. Japon zanaatlarlar da çaydanlığı kırılan yerlerinden altın ile birleştirerek onarır ve komutana götürürler. Komutan çaydanlığın bu halini daha çok sever. İşte bu noktada Kintsugi sanatı ortaya çıkmıştır.
Günümüz dünyasında her şeyde kusursuzluk aranan bir dönemdeyiz. Kusursuz vücut ölçüleri, kusursuz meyve sebzeler, kusursuz kıyafetler, kusursuz evler, kusursuz yaşamlar... Ve bu gidişat herkesi içten içe çürüterek yoruyor. Kusursuzluk için tüm enerjisini harcayan insanlara elde ettikleri hiçbir şey yeterli gelmiyor.
Kırılan bir şeyi tamir etmek, söküğü dikmek, geri dönüştürmek yerine atıp yenisini almak daha cazip geliyor artık. İşte bu durumdayken, Wabi-Sabi felsefesi ve Kintsugi sanatı insanı biraz da olsa düşünmeye sevk ediyor. Acaba doğru mu yapıyoruz kusurları kapatmaya çalışarak? Aslında bizi güzel kılan, güçlü kılan şeyler yaşadığımız acılar, anılar, maceralar değil midir? Onları kabul etmek ve güzelliklerini görmek yerine saklamaya çalışmak yorucu değil mi?
''Aldığın yara, ışığın sana akacağı yerdir.'' -Rumi
Muneaki Shimode adlı Kuntsugi sanatçısının eserlerinden birkaçı;
Charlotte Bailey adlı Kuntsugi sanatçısının eserlerinden birkaçı;
4afc14f39d034cae941ead8a105cb3cf
Canan Karatay'a itirazım var
Prof. Dr. Temel Yılmaz, Prof. Dr. Canan Karatay'a şeker yükleme testi hakkındaki görüşlerine neden katılmadığını anlattı.
Perşembe akşamı Habertürk TV'de Kübra Par'la konuşmanızın sonuna yetişebildim, öncesini sosyal medyadan izledim. Tanıyanlar bilir, karşılıklı polemiği sevmem ama konu toplumun sağlığını ilgilendiriyorsa ve insanların kafaları iyice karışmışsa, itiraz ettiğim, katılmadığım hususları yazmak gerekir diye düşündüm.
Şeker yükleme testi yaptıranların durumu
Konuşmanızda "Şeker yükleme testi yaptıran kadınlar, şeker hastası olur" diyorsunuz. Biliyorsunuz bu test 40 yıldan bu yana, sadece ülkemizde değil tüm dünyada uygulanıyor. Konu gebelik diyabeti, diğer adıyla diyabetin erken dönemi ya da preklinik diyabet. Erken teşhis edilmezse annede de, bebekte de ciddi sağlık sorunları oluşturuyor. Önlem alınmazsa bu annelerin büyük bölümünde Tip 2, bir bölümünde Tip 1 diyabet ortaya çıkıyor. Gebelik diyabeti olanlar, yükleme testi yaptırırsa diyabet olur, yaptırmayanlar diyabet olmaz diye bir kavram yok. Yine şeker yüklemesi yaptırmamış gebelik diyabeti olanlarda diyabet olmadığını gösteren bir çalışma, araştırma literatürde yok. Ama araştırmalar şunu gösteriyor ki, ister bu testi yaptırmış, ister yaptırmamış olsun, gebelikten sonra yaşam şeklini, beslenme programını, egzersiz programını doğru düzenleyen gebelerin büyük çoğunluğu, özellikle Tip 2 diyabet adayları anneler, diyabet olmuyor. Özetle gebelik; diyabetli hasta, diyabet adayı anne demek. İzlenecek doğru tıbbi yöntem erken teşhis. Bu ister yükleme testi, ister "mixed meal" adı verilen bir kahvaltı testiyle araştırılsın, bir an önce kimde gebelik diyabeti varsa bulup önlemini almak gerekir.
Annenin yediği şeker olduğu gibi kana geçmez
İkinci itirazım şu: Konuşmanızda "Annenin yediği şeker olduğu gibi kana, oradan da bebeğe geçer. Temel Yılmaz'ın dünyadan haberi yok, açsın okusun" diyorsunuz. Hocam, inanın ki çok okuyorum. 40 yıllık meslek hayatımda bu okuma tutkum azalmadı. Ama okuduğum tüm bilimsel yayınlar diyor ki; annenin yediği şeker doğrudan kana geçmez. Annenin yediği karbonhidrat, yani şeker bağırsaktan sindirime uğrar, emilir ve karaciğere gider. Karaciğerde filtre edildikten sonra fizyolojik dozda kana verilir. Bu nedenle normal bir insan ne yerse yesin, kan şekeri 140 mg/dl'nin üzerine çıkmaz. Aksi olsaydı, metabolizma sizin söylediğiniz gibi işleseydi, yani insanların yedikleri filtre olmadan kana geçseydi ne olurdu? Canı çekip de bir porsiyon baklava yiyen herkesin kan şekeri 500-600 mg/dl'nin üzerinde olurdu. Diyabetolojide kan şekeri 200'ün üstünde olan herkes diyabet olarak kabul edilir. O zaman biraz karbonhidrat, bir iki meyve, biraz reçel ya da 2-3 dilim ekmek alan herkeste diyabet çıkması gerekirdi. Özetle, annenin aldığı her karbonhidrat ya da şeker karaciğerde filtre edildikten sonra kana geçtiği için, sizin "600 gramlık bir çocuğa vücudunun altıda biri şeker veriyorlar" teoriniz doğru değil. Şeker doğrudan bebeğe geçmiyor, annenin karaciğerinde filtre ediliyor, fizyolojik dozda veriliyor. Normal gebelerde, yükleme testinde tokluk kan şekeri 140 mg/dl'nin üzerine çıkmaz.
İnsülin antikoru bebeğe geçerse ne olur?
Konuşmanızda "İnsülin kana geçemez, ama insülin antikorları kana geçer, onlar da bebeğin pankreasını tahrip eder, diyabet yapar" diyorsunuz. Hocam, bu insülin antikoru konusu nereden çıktı gerçekten anlamadım. Gördüm ki, siz bir şaşırtma uzmanısınız. Annenin doğal antikorlarının bebeğe geçtiği doğru. Annenin hayatı boyunca hastalıklara karşı kazandığı bağışıklık antikorları plasentadan bebeğe geçip bebeği korur. Ancak insülin antikorları doğal antikor değil, patolojik antikor. Yani öyle herkeste bol bol bulunan antikorlar değil. Sizin de bildiğiniz gibi bunun iki tipi var. Birinci tipin adı insülin otoantikorları, ikincisi antiinsülin antikoru. Bir annede insülin antikoru pozitifse, büyük olasılıkla annede Tip 1 diyabet vardır. Bu oran yüzde 1'in altında. Antiinsülin antikoru da insülin kullanmayan bir insanda olmaz. Özetle, her gebede insülin antikorları kandan geçip bebeğin pankreasını tahrip etmez, sadece Tip 1 diyabetli annelerde (ki bunlar yüzde 1'in altında) oluşan insülin antikoru bebeğe geçer, o da tek başına Tip 1 diyabet yapmaz.
Test yaptıranların çocukları Tip 1 diyabet olmuyor
Üçüncü olarak da "Yüklemetesti yaptırmayın, çocuğunuz diyabet olur, kalbi de delik doğar" diyorsunuz. Hocam, siz bir annesiniz, annelerin duygularını benden daha iyi anlarsınız. Biliyorsunuz ki bu yükleme testi 40 yıldan fazladır tüm dünyada yapılıyor. Siz de hamileliğiniz döneminde yaptırdınız mı bilmiyorum, ama bu test herkese yapılmıyor. Önce ailede diyabet yükü fazla mı, iri doğum hikâyesi var mı, nedeni bilinmeyen düşük yapmış mı, gebelik diyabeti öyküsü var mı, araştırılıyor. Sonra kan şekeri ölçülüp diyabet olup olmadığı araştırılıyor. Risk grubunda ise ve açlık diyabeti yoksa bu test yaptırılıyor. Şimdi kendinizi bu incelemelerden sonra geçmiş yıllarda yükleme testi yaptırmış bir annenin yerine koyun. Bir hoca televizyonda açıklama yapıyor, "Şeker yükleme testi yaptırmayın, çocuğunuz Tip 1 diyabet olur, yani yaşam boyu günde 4-5 kez insülin enjeksiyonu olur" diyor. Sağlık Bakanlığı açıklamalarının bile medyada yer almadığı, meslek kuruluşlarının sesini duyuramadığı, tabip odalarının da konuyla fazla ilgilenmediği bir ülkede yaşıyoruz ve karşıt görüş yok. Tabii ki açıklamalarınız ciddiye alınır, insanlar sadece size inanır. Senaryonun en kötü yanı da bugüne kadar yükleme testi yaptırmış milyonlarca annenin içine, çocuğunun günün birinde Tip 1 diyabet olacağı endişesinin düşmesi. Bu korku ve endişe toplumsal paniğe yol açar, insanlara uykusuz geceler yaşatırsınız, kâbuslar gördürürsünüz. "Bu konuda 10 bin, 20 bin yayın var" diyorsunuz. Ben şeker yükleme testinin doğrudan Tip 1 diyabete neden olduğuna dair tek bir yayın bulamadım. Bırakın 10 bin, 20 bin yayını, sadece bir tek yayını bana gönderin, çağırın sizi gelip bizzat alayım. Ama bu işin açıklığa kavuşturulması, milyonlarca annenin rahatlaması gerekir.
Neler yapılmalı?
Çok sevdiğim bir cümle var: "En tehlikeli yanlışlar, içine doğrular serpiştirilmiş yanlışlardır, bu yöntemle herkesi istediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz." Sevgili Canan Hoca, zeytinyağı önerinizi destekliyorum, ancak aşırıya kaçıp bardakla içmemek koşuluyla. Kolesterol teorinize kısmen katılıyorum, gelene geçene yüksek doz kolesterol ilacı vermek yanlış, risk sınıflaması yapmak gerekir, ama yüksek risklilere vermek gerekir. Kaya tuzu önerinize katılıyorum, ama aşırıya kaçmamak koşuluyla. İşlenmiş gıda, meyve suyu uyarılarınızı tamamen destekliyorum. Turp ve peynir birlikte yendiğinde düz duvara tırmanma konusunda görüş belirtmiyorum. Ama gebelik, gebe annenin bebeği, onların sağlığı konusu bunlara benzemez; burada söylenecek her cümle, her sözcük, her harf, araya konulacak her virgül çok önemli. Bu nedenle gelin, siz, jinekologlar ve diyabet uzmanları bir toplantı yapalım. Yayınlarımızı, literatürlerimizi alalım, deneyimlerimizi ortaya koyalım ve uzlaşalım. Sonra basın toplantısı yapalım ve açıklamayı da siz yapın. Bu tartışmalar bitsin, gebeleri, anne adaylarını, daha önce bu testleri yaptırmış tüm anneleri, insanları rahatlatalım. Sizden haber bekliyorum hocam.
Yazı: Prof. Dr. Temel Yılmaz
48d4efd6f25249a5b48724b27ef1fb30
19 Aralık 2019 Perşembe
Anne karnında bebeği koruyan amniyon sıvısı nedir?
Bebeğin anne karnındayken korunmasını sağlayan amniyon sıvısı hakkında neler biliyorsunuz? Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Musa Bostancıoğlu, anne karnında bebeği koruyan amniyotik sıvı hakkında merak edilenleri anlattı
Anne karnındaki fetüs, bir zar tabakası tarafından kaplanan kese içinde bulunur. Bu keseye amniyon kesesi, çevreleyen zara amniyon zarı, içindeki sıvıya ise amniyon sıvısı adı verilir. Amniyon gebelikte oldukça önemli işlevleri olan dinamik bir sıvıdır adeta hidrolik bir basınç dengeleyicidir. Amniyon kesesi, gelişen fetüsü dış tesirlere karşı korur ve içerdiği sıvı fetüsün güvenli bir şekilde anne rahminde rahat hareket etmesine olanak sağladığından kas-iskelet sisteminin düzenli gelişmesine yardımcı olur. Sıvıya herhangi bir yönden gelen basınç, küresel olarak her tarafa yayılır, böylece fetüs olumsuz etkilerden korunmuş olur.
Günde 8 defa değişerek bebeği koruyor
Amniyon sıvısının fetüse rahat hareket ortamı sağlamasının yanı sıra enfeksiyon hastalıklarına karşı da koruduğu kabul ediliyor. Amniyon sıvısının etrafını çeviren zarlar; fetüsü, vajina ve rahim ağzındaki mikroorganizmalardan ve diğer potansiyel zararlı maddelerden koruyucu bir engel oluşturur. Ayrıca su içindeki bebek dış travmalardan ve ısı değişikliklerinden de korunur. Amniyon sıvısı hidrolik bir basınç dengeleyici olarak bebeğin simetrik olarak büyümesi ve gelişmesini destekler. Bebeğin beyin gelişimine katkıda bulunur. Bebeği ses, darbe, ışık, basınç gibi dışarıdan gelen etkenlere karşı korur. Bebeğinin vücut ısısını düzenler. Amniyon sıvısının fetüse sağladığı bir diğer hayati imkan ise sabit ısının korunmasıdır. Günde 8 defa 3 saatte bir devamlı değişen amniyon sıvısı belirli bir sıcaklıkta olup fetüsün gelişimi açısından ihtiyacı olan ısıyı her tarafa eşit olarak dağıtır. Sıvının içerisindeki maddeler bebeğin duyu organlarının gelişimine yardımcı olur. Kas ve sinir sistemi başta olmak üzere akciğerler, böbrekler gibi pek çok organ sisteminin gelişiminde rol oynar. Amniyon sıvısının varlığı anne sağlığı için de önem taşımaktadır. Bu sıvı rahmin boşluklarını doldurur. Bu sayede zamanla büyüyen ve ağırlık kazanan fetüs, annenin rahmine ağırlık yapmaz. Aksi halde fetüs büyüdükçe rahme baskı yapacak, böyle bir durumda da rahim duvarlarının ters baskısı sebebiyle, fetüs normal gelişimini tamamlayamayacaktı.
Amniyon sıvısının kaynağı ne?
Amniyon sıvısı; yüzde 99 su, inorganik tuzlar, organik maddeler ve fetüsten dökülen epitel hücrelerden oluşur. Organik bileşiklerin yarısı protein diğer yarısı ise karbonhidrat, enzim, yağ, hormon ve pigmentlerden ibarettir. Ayrıca fetüsün cilt, solunum sistemi, sindirim sistemi ve boşaltım sisteminden dökülen hücrelerin olduğu bir sıvıdır bu.
Amniyon sıvısı az olduğunda hangi problemler ortaya çıkar?
Amniyon sıvısının miktarı bebeğin iyilik halini, gösteren bir göstergedir. Bebeğin suyunun miktarı bebeğin yeterince kanlandığının, dolaylı oksijenlendiğinin işareti olarak kabul edilir. Gebelik döneminde bebeğin suyunun azalmasına (gebelik sonunda 500 ml' den az olmasına) "oligohidramnios" denir. Hamilelerin yaklaşık yüzde 4'ünde görülen bir problemdir. Bu durum genelde hiçbir belirti vermez ve ultrason incelemelerinde tespit edilir. Normalde doğum başlarken zarlar yırtılır, gebenin suyu gelir ama "Erken Membran Rüptürü" denen zarların doğum eylemi başlamadan günlerce önce yırtılması ve sızıntı şeklinde suyun gelmesi durumunda anne suyunun azaldığını fark edebilir. Bebeğin hareketlerinin sürmesi, simetrik olarak gelişiminin devam edebilmesi ve kordonun uygun şeklinde kalabilmesi için kesenin içerisinde yeterli miktarda amniyotik sıvının bulunması önemlidir.
Amniyon sıvısı neden azalır?
Pek çok neden "oligohidramnios"a yol açabilir. Çoğunlukla plasental yetersizliğe bağlı gelişir. Bebek kan dolaşımının yetersiz olduğu, sıkıntıda olduğu durumlarda dolaşan kan kalp ve beyin gibi daha hayati organlara giderken böbrek akımı azalır, böylece bebeğin idrar miktarı da azalır (bu durum az su içen bir kişinin az miktarda idrar çıkarmasına benzetilebilir). Amniyon sıvısının oluşmasında en büyük katkıyı sağlayan bebek idrarının (steril) azalması, ultrasonda amniyon miktarının düşük ölçülmesine neden olacaktır. Ayrıca "amniyotik memran"ın erken yırtılarak sıvı sızdırması nedeniyle de oluşabilir. Fötal böbreklerin gelişememesi ve üriner kanal tıkanıklığı da oligohidramnios yapan nedenlerdendir. İkizlerden birinin diğerinin aleyhine aşırı büyümesi olan ikizden ikize transfüzyon sendromunda az kan giden ikizin amniyon mayisi de az olur. Amniyon sıvısının azalması durumunda azalma miktarı ultrason ile yakından takip edilmeli.
Amniyon sıvısını engelemek için ne yapmak gerekir?
Sıvının çok azaldığı durumlarda deneysel bir uygulama olarak amniyon kesesi içine özel bir sıvıenjekte edilebilir, bu işleme "amniyoinfüzyon" denir. Ancak bu yöntem yüksek enfeksiyon ve düşük riski taşıdığı için yaygın değildir. Diğer bir yol ise annenin vücudundaki sıvının artırılması yoludur. Annenin bol sıvı tüketmesi amniyotik sıvı miktarını geçici de olsa artırabilir. Sıvı çok azalmış ve bebek tehlikeye girmiş ve gebelik dönemi uygun ise doğum gerçekleşebilir. Eğer oligohidramniyoz; ikinci trimester döneminde doğuma daha aylarca zaman varken görülmüşse, ileride kalıcı sakatlıklar yapan bir durumun sebebi olmuşsa, amniyoinfüzyon ve sıvı artırım yolları netice vermemiş ise gebeliğin sonlandırılmak zorunda kalınır.
Amniyon sıvısının fazla olması hangi sonuçlara yol açar?
Amniyon sıvısının normalden fazla olmasına ise "polihidramnios" adı verilir. Amniyon sıvısı hacminin 2000 ml üzerinde olması halidir. Gebeliklerin yüzde 3'ünde görülür. Hastaların yüzde 60'ında da sebep bulunamaz. Polihidramnios saptanan bir gebelikte ilk adım, ultrasonla dikkatli bir anomali taramasıdır. İkinci adım ise anneye ait nedenlerin araştırılmasıdır. Özellikle kan şekeri takibi yapılmalıdır, zira diyabetik anne bebeklerinde daha sıktır. Sebebi bilinmeyen durumlarda takip süreci gebelik boyunca devam etmelidir. Doğum sonrası kalıcı sakatlık yapacak bir durum varsa ve erken gebelik dönemindeyse gebelik sonlandırılır. Yaşamın devam edebileceği bir sebep var ve doğuma az bir zaman kaldıysa peş peşe yapılan amniosentezlerle sıvı azaltılma yoluna gidilir.
Amniyon zarının yırtılması çok tehlikeli?
Antibakteriyel faktörler bulunan ve mekanik olarak da içindeki fetüsü saran amniyon zarları, doğum başlamadan yırtılırsa buna "Erken Membran Rüptürü" denir. Gebeliklerin yaklaşık yüzde 10'unda görülen bu durumun nedeni, bazı hallerde saptanamaz. Ancak bu olguya çoğunlukla enfeksiyonların neden olduğu düşünülmektedir. Bu enfeksiyonlar; su kesesinin erken açılması ve doğum eylemi sırasında mikroorganizmaların annenin genital bölgesinden rahmine bulaşmasıyla ortaya çıkar. Enfeksiyon geçirmeyle amniyon sıvısında ve zarlarında enfeksiyon olursa, anneye antibiyotik başlanır doğum olabildiğince erkene alınmaya çalışılır. Anne karnındaki bu enfeksiyon fark edilmezse ve tedavi edilmezse bebeğin akciğerlerinde zatürreye ve beyninde menenjite yol açar. Anne için de bebek için de ölümcül olabilir. Doğum sonrası bebeğin uzun süre yoğun bakımda kalmasına neden olabilir.
Annenin hijyene çok dikkat etmesi gerekiyor
Anne karnındaki bebeğin kakası olan mekonyum, daha 16. haftada bebeğin bağırsaklarda mevcuttur. Bağırsak salgıları, bağırsak duvarından normalde dökülen hücreler, fetüs cildinden dökülen ince tüyler, amniyon sıvısındaki hücreler mekonyumu oluşturur. Bebeğin bağırsak hareketleri ile 32. haftadan sonra mekonyum, amniyon sıvısına azar azar karışır. Bu özellikle günü geçmiş gebelerde, fetüsün anne karnında sıkıntıda olduğu durumlarda kontrolden çıkar ve bağırsaklardaki tüm kaka amniyon boşluğuna çıkar. Böylece ortamda fetüsün aspire edebileceği daha koyu bir mekonyum bulunur. Mekonyum koyulaştıkça akciğer yapısına taşındığından solunum yollarının tıkanma olasılığı artar. Doğumda bebeğin nefes alması ile mekonyum akciğerlere gidebilir ve bebeğin kötü doğduğu ve uzun süre yoğun bakımda solunum makinesine bağlı olarak ağır tedaviler almasını gerektirecek "mekonyum aspirasyonu" olarak adlandırılan tehlikeli bir durum oluşur. Gebeler hamile olduklarını öğrendiklerinden itibaren hijyen kurallarına her zamankinden daha çok riayet etmelidirler ve doğum hekimine kontrollerini zamanında yaptırmalıdırlar.
HIV fobisi ile başa çıkma yolları
HIV korkusu ( Aids Takıntısı) nedeniyle pek çok insan hastanelerde onlarca kez test yaptırmaktadır. Test yaptıran insanların çoğunluğu hıv testisten negatif çıktığı halde testi onlarca kez tekrarlamakta çıkan sonuçtan kısa bir süre sonra testi tekrarlama ihtiyacı hissetmektedir. Bu kişilerin iç sesi testin yanlış olduğu, aslında aıds olduğunu söyler, testin sonucunu aldıklarında çok kısa bir süre rahatlama hissederler. Bir süre sonra iç sesleri tekrar aynı şeyi söylemeye başlar, testin doğru olmadığını, laboratuvarda başka bir testle karışmış olabileceğini, hastanenin bu konuda gerekli aletlere sahip olmadığını vs gibi onlarca nedenden dolayı tekrar test yapma ihtiyacı hissederler. Daha teşekküllü, daha ayrıntılı test yapabilecekleri başka yerler ararlar. Bazen de hep aynı yerde yaptırırlar ama bir sebepten doktora, testin sonucuna güvenmezler. İç sesleri hep aynı şeyi söyler 'hiv miyim?'
HIV korkusu obsesif kompulsif bozukluk yani takıntı hastalığıdır
HIV korkusu, tekrar tekrar test yaptırma hastalığı obsesif kompulsif bozukluk yani saplantı-zorlantı hastalığıdır. Bu kişiler çoğunlukla korunmasız bir şekilde hayat kadınlarıyla beraber olmuş kişilerdir. Bu birliktelik nadiren ilk cinsel deneyimleridir. Cinsel birliktelik yaşadıkları kişilerin aıds olma olasılığı gelir ilk olarak zihinlerine, sonrasında şayet kadın aıds ise cinsel birliktelik esnasında bana da bulaştı, ben de aıds oldum korkusu başlar. Obsesif kompulsif bozuklukta zihne bir düşünce gelir, aıds fobisi bu anlamda temizlik takıntısıyla benzer özellikler gösterir. Kişi zihnine gelen kirlilik duygusuyla sürekli ellerini yıkama ihtiyacı hisseder. Bu hastalar günde yüzlerce kez ellerini yıkarlar ama bir türlü ellerinin temiz olduğuna kendilerini inandıramazlar. HIV fobisi yaşayanlarda da benzer bir durum vardır. Kişi sürekli test yaptırma davranışını tekrarlar ancak bir türlü sonucun negatif olduğuna inanmaz.
Psikolog Gülcem Yıldırım sözlerine şunları ekledi;
HIV Korkusu Yaşayan Kişiler Bunu Ailelerine Bulaştırmaktan Korkar
HIV korkusu yaşayan kişilerde temel olarak gördüğüm korkulardan birisi de ailelerine özellikle eşlerine Aıds bulaştıracakları korkusudur. Bu sebepten eşleriyle cinsel olarak birlikte olmak istemezler. Eşleriyle beraber çocuklarına ve ailenin diğer üyelerine de benzer duyguları vardır, ya HIV onlara da bulaşırsa diye korkarlar. Bir süre sonra bu kişiler etraflarındaki insanlardan, ailelerinden uzaklaşmaya ve kendi hallerinde yaşamaya başlarlar. Sessizleşirler ve içlerine kapanırlar. HIV korkusu yaşayan kişiler zaten çoğunlukla çocukluklarında uslu çocuk olarak bilinen, kendi haline yaşayan, sessiz ve içine kapanık kapanık kişilerdir.
HIV fobisi belirtileri
HIV belirtileri; Yüksek ateş, boğaz ağrısı, deride kızarıklık ve döküntülerdir. HIV fobisi olan kişiler internetten araştırdıkları bu belirtileri bir süre sonra hissetmeye başlarlar. Kişi bu belirtileri okuduğunda bunları yaşayabilirim diye düşünür, bir süre sonra da bunları gerçekten gözlemlemeye ve yaşamaya başlar. Bu şuna benzer bir ilacı içtiğinizde yan etkilerini okursunuz, okuduğunuz yan etkileri bir süre sonra hissetmeye başlarsınız. Aslında yan etkiler nadir görülen çoğu kişide de hiç görülmeyen etkiler olmasına rağmen beyniniz size okuduğunuz şeyi yaşatır. Hatta çoğu insanın ilacı kullandıktan sonra yan etkilerini okumamasının sebebi budur.
HIV miyim?
HIV bulaşma ihtimali korunmasız vajinal ilişkide iki binde bir ihtimaldir. Hiv maksimum 90 gün içinde anlaşılabilecek bir hastalıktır bu süre Elisa(anti hiv testi) testi için geçerlidir. Diğer testler içinse; p24 antijen testi için 14 gün, combo için 24 gün yeterlidir. Hıv fobisi olan kişilerdeki problem bu süre içerisinde olur genellikle, örneğin combo testi yaptıran birisi 3 gün sonra tekrar aynı testi yaptırır. Çoğu zaman bir testin sonucu alınmadan diğer test yaptırılır.
Obsesif Kompulsif hastalığın sebepleri (takıntı hastalığının sebepleri)
Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu(takıntı hastalığı)çocuğun iki ile dört yaş arasında gelişimde oluşan problemlerden kaynaklanan bir hastalıktır. Yani Freud'un anal dönem fiksasyonu dediği döneme tekabül etmektedir. Bu dönemde çocuk hareketlenmeye başlar, fiziksel olarak kendi başına buyruk hareketler yapar, çocuk için bu dönemde temel duygu haz'dır. Çocuk yemeği döke saça yemek ister, istediği saatte uyumak ister, tuvaletini istediği yere yapmak ister. Çocuğun bu dönemde gerçelikle bağlantısı azdır. Yapmak istediği her şeyi yapmak istediği zamanda yapmak ister. Ebeveynler ise çocuğu gerçekliğe çekmek, sosyal hayata uyumlu hale getirmek için bazen sözel, bazen davranışlar yaptırımlarda bulunur.
Örneğin, çocuk sofrada yemek yemek istemediğinde anne televizyonun karşısında çocuğun yemek yiyemeyeceğini söyler. Bu normal ve sağlıklı olan süreçtir, ancak obsesif kişilerde çocuğunla çocuk ve kural koyan ebeveynleri arasında çatışma çok yüksektir. Çocuk kurallara uymamak için direndikçe ebeveyn daha ezici ve yıkıcı olur. Bu çocuklardan bazıları saldırgan ve kontrolcü olan ebeveyne uyum sağlayıp direnmekten vazgeçerken bazıları da daha saldırgan ve çatışmalı bir ilişkiyi sürdürürler. Aids fobisi olan kişiler daha çok sindirilmiş, sessiz ve kurallara uyum sağlayan kişilerdir. Bu kişiler sosyal hayatlarında daha pasif direnişler sergileyen kişilerdir. Yapmak istemedikleri şeyleri çoğunlukla yapacağını söyleyen ama yapmayan, işleri uzatan yani çoğunlukla diğerlerine hayır diyemeyen, uyumlu nazik ancak kontrolcü ve pasif hayırcılardır.
Bu dönemin temelde aşılması gereken bir kaç özelliği vardır, ikili duygu(hem seviyorum-hem nefret ediyorum), kuşku, güvensizlik, kendi başına buyrukluktur. Aids korkusu yaşayan kişilerdeki temel duygu kuşku ve güvensizliktir. Kuşku beraber oldukları hayat kadının ölümcül bir hastalık taşıdığına dair bir kuşku iken güvensizlik süreçte bu hastalığın kendine bulaştığı, bu hastalığın hiçbir testte çıkmamasıyla beraber doktorlara, hastaneye vs güvensizliktir. Sonuçtan bir türlü ikna olmamalarının öncelikli sebebi güvensizlik ve kuşkudur.
HIV Fobisi (Aids korkusu) Tedavisi;
Obsesif Kompulsif Bozuklukta ilaç tedavisinin etkisi azdır, ilaç tedavisinde okb'nin geçici bir süre yumuşama gösterdiği ilaç kesildikten sonra ise belirtiler aynı şiddetle geri döndüğü görülmüştür. Obsesif kompulsif bozukluk psikodinamik psikoterapi tekniğiyle çoğunlukla iyileşebilen bir hastalıktır. HIV fobisi yaşayan kişiler yıllarca testi yaptırmaya devam edebilir, bir süre sonra kendiliğinden geçme olasılığı da vardır. Kendiliğinden geçtiğinde çoğunlukla bu takıntı başka bir takıntıyla yer değiştirir. Örneğin HIV fobisi gider yerine el yıkama ya da temizlik takıntısı gelebilir. Psikoterapi ile bu takıntının nedeni temeli araştırılır. Psikoterapide amaç takıntının temelindeki duyguyu bulup onu iyileştirmektir.Bu takıntıya sahip kişilerde hastalık ilerledikçe cinsel konularda problem yaşama ihtimalleri oldukça fazladır. Çevrelerinden uzaklaşırlar, yalnızlık, anlamsızlık, amaçsızlık, değersizlik gibi duyguları olur. Gün içinde zihinlerine gelen aynı düşüncelerden yorulup intihar etmeyi bile düşünebilirler.
Kronik öksürüğü olanlara "gece beslenmesi" uyarısı
Uzun süreli geçmeyen öksürüğü bulunanlara, yatmadan en az dört saat önce her türlü beslenme alışkanlığını bitirmeleri uyarısı yapıldı.
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Gülhane Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Gerek, AA muhabirine yaptığı açıklamada, mevsim geçişleri ile sık görülen üst solunum yolu enfeksiyonlarının tipik belirtisinin öksürük olduğunu söyledi. Öksürüğün 8 haftadan uzun sürmesinin "kronik öksürük" olarak tanımlandığını ifade eden Gerek, kronik öksürüğün üst solunum yolu enfeksiyonları, alerji ve reflü gibi mide rahatsızlıklarıyla da görülebildiğini aktardı.
Mevsim geçişlerinde özellikle alerjisi bulunanlarda öksürüğün daha sık görüldüğüne işaret eden Gerek, "Öksürük değerlendirilirken mutlaka süresi, balgamlı olup olmadığı, gün içinde ortaya çıkış saatleri, şiddeti, tetikleyici faktörler ve eşlik eden diğer yakınmalar sorgulanmalıdır." dedi. Prof. Dr. Gerek, astımın da kronik öksürüğün ikinci en sık nedeni olduğunu vurgulayarak, "Yaz ve kış döneminde öksürüğü olmayan sadece mevsim geçişlerinde yoğun öksürük görülmesi durumu alerji ile ilgili bir problemin olduğunu gösterir. Kronik öksürük, Kulak Burun ve Boğaz, Alerji ve Göğüs Hastalıkları olmak üzere üç ayrı branş tarafından değerlendirilmesi gereken bir durumdur." diye konuştu.
- "Gece sütü reflüye yol açabiliyor"
Uzun süreli öksürükte beslenmenin de önemine değinen Gerek, "Kronik öksürüğü olan birinin özellikle gece yatmadan en az dört saat önceden her türlü yeme içme eylemini bitirmesi lazım. Son dört saatte içebileceğimiz tek şey, su olmalı. Meyve, kuruyemiş, çay ve kahve de öksürük nedeni olur. Bunlardan uzak durmak gerekir." dedi. Gerek, kronik öksürüğü bulunanların yaşadıkları ortama dikkat etmesi gerektiğini vurgulayarak, "Hava sıcaklığındaki düşüşle birlikte evlerde kaloriferler de yanmaya başlayacak. Ortamın yeteri kadar nemli olması gerekir. Eğer kuru bir ortam varsa bu da öksürük için önemli bir kuvvetlendirici ortam olur. Nem veren bir cihaz ya da kaloriferlerin üzerine bir su kabı koyarak da ortamın nemini sağlayabiliriz. Bu da öksürük noktasında çok rahatlatır." şeklinde konuştu.
Çocuklarda kronik öksürüğün en sık nedenlerinin üst hava yolu viral enfeksiyonları ve öksürükle seyreden astım olduğunu anlatan Gerek, şunları kaydetti: "Uzun süreli balgamlı öksürüğü olan çocukların aileleri büyük bir telaş içerisinde oluyor. Bunlara da baktığımız zaman genelinde yatmadan önce süt içen çocukların büyük bir bölümünde olduğunu görüyoruz. Süt, midede reflüye yol açabiliyor. Mideden gelen asit ve yiyecek karışımı da bu çocuğun akciğerine kaçtığı zaman balgamlı bir öksürüğe sebep olabiliyor. Çocuklarda da gece beslenmesine bu bakımından dikkat etmek gerekiyor." Prof. Dr. Gerek, öksürük tedavisinde en iyi ilacın su olduğunu, ıhlamur, kekik gibi doğal bitkilerle hazırlanan içeceklerin de tedaviye olumlu katkısı bulunduğunu sözlerine ekledi.
AİDS nedir? AİDS'in belirtileri nelerdir?
İlk olarak ABD'de ortaya çıkan AİDS, ülkemizde 1985 yılından itibaren görülmeye başlanmıştır. En çok; İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya ve Bursa gibi büyük ve turistik yerlerde görülmektedir. Bunun en büyük sebebi de korunmasız cinsel ilişkidir.
AİDS'in belirtileri:
-Ateş yükselmesi
-İştahsızlık ve kilo kaybı,
-Vücudun bazı bölgelerinde oluşan uçuk ya da yaralar
-Akciğer hastalıkları
-Geceleri terleme
-İshal
-Öksürük
Bu belirtileri gösteren her birey HIV taşıyor demek değildir ya da kişi bu belirtileri göstermese dahi HIV taşıyabilir. Bu durumda bu tarz belirtiler gösteren kişiler, birden fazla partnerle korunmasız cinsel ilişkiye girmişse HIV testi yaptırmalıdır.
AİDS nasıl bulaşır?
AİDS üç şekilde bulaşır:
-Kanında bu virüsü taşıyan biriyle cinsel ilişkiye girilmesi sonucu, özellikle korunmasız bir şekilde cinsel ilişkinin gerçekleşmesiyle HIV virüsü sağlıklı kişiye bulaşır.
-AİDS'li ya da HIV virüsüne sahip kişilerin kanlarına temas sonucu ya da organ nakliyle hastalık ya da virüs bulaşır.
-Hamile ve HIV virüsünü taşıyan anneden bebeğe, gebelikte veya doğumda bulaşabilmektedir.
AİDS'ten korunmanın yolları
-Cinsel ilişki ile kolaylıkla bulaşabildiğinden ilişki sırasında mutlaka korunmak gerekir.
-Bir diğer bulaşma yolu, kan nakli olduğundan, AİDS testi yapılmamış kan asla kullanılmamalıdır. Kullanılmış ve sterilize edilmemiş cerrahi aletler, şırıngalar, jiletler kesinlikle kullanılmamalıdır.
AİDS hakkında bilinmesi gerekenler
Aynı tabaktan yemek yemekle, aynı yemek aletlerini kullanmakla bu virüs bulaşmaz. Yanaktan öpüşme, öksürük, ter, sarılma ile de HIV bulaşmaz. Toplumun bir arada olduğu, kalabalık yerlerde bulunmakla bu virüs bulaşmaz.
AİDS tedavisi:
Günümüzde hala HIV enfeksiyonunda vücudu tamamen virüsten temizleyebilecek bir tedavi yoktur. Ancak tıbbın ve teknolojinin ilerlemesiyle doktorlar AIDS hastalığını oldukça yavaşlatabilir ve hastanın yaşam kalitesini arttırıp, hastanın ömrünü oldukça uzatabilirler.
217c801106fb49689f6fc533e1c4698f15 Aralık 2019 Pazar
Enginar karaciğer yağlanmasına gerçekten iyi geliyor mu?
"Vücudun kimya fabrikası" olarak tanımlanan karaciğeri en çok gelişigüzel kullanılan antibiyotik ve ağrı kesiciler yoruyor. Türk Karaciğer Vakfı Başkanı Prof.Dr. Yılmaz Çakaloğlu "Enginarı çok yüksek miktarda tüketmek, karaciğer sağlığı için anlamlı değil" dedi. İşte karaciğer sağlığı hakkında yanlış bilinen doğrular...
Azeri ve Türk doktorlar İstanbul'da bir araya gelerek, 2 gün boyunca karaciğer hastalıklarına yönelik teşhis, tanı ve tedavi yöntemlerine ilişkin bilgi ve deneyimlerini paylaştı. Kursa yönelik bilgi veren Gastroenteroloji-Hepatoloji Uzmanı ve Türk Karaciğer Vakfı Başkanı Prof.Dr. Yılmaz Çakaloğlu, "Kursu bir yıl İstanbul'da bir yıl Bakü'de olmak üzere her yıl yapıyoruz. Karaciğer hastalıklarına yönelik bilgilerimizi, deneyimlerimizi paylaşmak ve hastalara daha iyi hizmet vermek için düzenliyoruz" dedi.
'Her iki ülkede de tedavi olanakları mevcut'
Her iki ülkede de ciddi karaciğer hastalığı probleminin olduğunu söyleyen Çakaloğlu, "Hepatit B, C ve yağlı karaciğer hastalığı çok sık görülen bir problem. Bu üç hastalık karaciğer sirozu ve kanserinin en sık görülme sebepleri arasında yer alıyor. İşte bu konularda neler yapılmalı, hastaya nasıl tanı koymak gerekir, hangi önleyici tedbirler alınmalı ve tedavi yöntemlerini bilimsel veriler ışığında tartışıp ortak politikalar oluşturmaya çalışıyoruz. Bu tür hastalıkların tanısı için ülkemizde ve Azerbaycan'da bütün olanaklar mevcut" diye konuştu.
En az bir kez bu testi yaptırın
Toplumda hepatitler konusunda farkındalık oluşturulması gerektiğini vurgulayan Prof.Dr. Çakaloğlu, "Herkesin, yaşamında bir kez hepatit testi yaptırması gerekiyor. Eğer hepatit B veya C taşıyıcısı ya da hastasıysa uzmana başvurup gerekli tedavileri alması gerekiyor. Aşırı kilo, yüksek kolesterol, şeker hastalığı sorunu olan herkesin, kan ve karaciğer testi yapılarak yağlı karaciğer hastalığının olup olmadığının belirlenmesi gerekiyor. Erken tanı için bu testler çok önemli" ifadelerini kullandı.
'Bağırsaklarımızın emdiği her şey karaciğerden geçiyor'
Prof.Dr. Çakaloğlu, Türkiye'de 2,5-3 milyon hepatit B'li, 500 bin ise hepatit C'li hasta olduğunu söyleyerek, "Türkiye'de obezite ise yüzde 30 oranında yani her 3 kişiden 1'i aşırı kilo sorunu yaşıyor. Ülkemizde yağlı karaciğer hastalığı çok sık görülüyor. Karaciğer olağanüstü bir organ, vücudumuzun en büyük ve çalışkan organı. Karaciğerden dakikada 2 litre kan geçiyor, adeta kimya fabrikası. Bağırsaklarımızın emdiği bütün besinler, ilaçlar ve diğer maddeler karaciğerden geçiyor" dedi.
'Gelişigüzel kullanılan antibiyotik karaciğer hasarı yapıyor'
İlaçlara bağlı karaciğer hastalıklarının ciddi bir sorun olduğunu vurgulayan Prof.Dr. Yılmaz Çakaloğlu, "Antibiyotik ve ağrı kesiciler kesin endikasyon olmadan yani tedavi yöntemi ve müdahale belirlenmeden kullanması gereken ilaçlar. Bugün dünyada en çok karaciğer hasarı antibiyotiklere ve romatizmal ilaçlara bağlı olarak görülüyor. Gelişigüzel antibiyotik ve ağrı kesici ilaç kullanmak doğru değildir. Bu tür ilaçların alımında çok dikkatli olmak gerekir" ifadelerini kullandı.
'Kolesterolü kontrol altına almak karaciğeri olumlu etkiliyor'
Sigaranın mutlaka bırakılması gerektiğini vurgulayan Prof.Dr. Çakaloğlu, "Kolesterol ve kan yağlarının yüksekliği, karaciğer yağlanmasının en önemli nedenleri arasında yer alıyor. Bu hastaların kolesterol ilaçlarını düzenli olarak kullanması gerekiyor. Kolesterol seviyesini kontrol altına alan ve normal değerlere getiren ilaçlar, karaciğer hastalıklarına da olumlu etki sağlıyor. Düzenli kullanımlarında, yağlanmanın siroza yol açacak kadar ilerlemesini ve kanser gelişimini önlüyor. Özellikle diyabet hastaları tarafından 'metformin' içeren ilaçlar da sık kullanılan ilaçlar arasında yer alıyor. Özellikle kilolu ve yağlı karaciğer sorunu olanlarda insülin direncine karşı rutin kullanılması gereken bu ilaçların karaciğere bir zararlı etkisi bulunmuyor. Karaciğer sağlığı için tütün ve tütün ürünlerinin kullanımının kesinlikle bırakılması gerekiyor. Sigara bütün hastalıkları, kanser tiplerini olumsuz etkileyen sıklığını artıran, tedavisini zorlaştıran mutlaka hayatımızdan çıkarılması gereken en önemli zararlı alışkanlık" diye konuştu.
Karaciğer iyi gelen bitkiler neler?
Hastalara bilmedikleri hiçbir bitkisel ilacı veya ürünü kullanmama uyarısında bulunan Prof.Dr. Çakaloğlu, "Bugüne kadar etkisi kanıtlanmış ve karaciğere iyi geldiği düşünülen bir bitki bulunmuyor. Karaciğer dostu olarak bilinen enginarın günde 1 kilo bile tüketilmesi yarar sağlamaz. Bunun yerine sağlıklı ve dengeli beslenme, sebze ve meyveleri ölçülü tüketme gibi kurallara dikkat etmeli. 'Elma mucizedir', 'Domates her şeye iyi gelir' söylemleri doğruyu yansıtmıyor" ifadelerini kullandı.
Haftada kaç dakika egzersiz yapılmalı?
Haftada 150 dakika spor yapılmasını öneren Prof.Dr. Çakaloğlu, "Sağlıklı besleneceğiz, düzenli egzersiz yapacağız, kilomuza dikkat edeceğiz. Hastalarımıza zeytinyağı tüketmelerini öneriyoruz. Evde yaptığınız patates kızartmasını yiyebilirsiniz ama o yağı bir daha kullanmayın. Obezite hastaları az ve ölçülü, düşük kalorili beslenme alışkanlıkları kazanmalılar. Haftada en az 3 gün 45-50 dakika olmak üzere toplam 150 dakika spor yapılmasını öneriyoruz" dedi.
Tek başına yemek yemek öldürüyor!
Yapılan bir araştırmaya göre tek başına yemek yiyen erkeklerin sosyal yaşıtlarına göre daha erken öldüğü ortaya çıkardı...
"Japan Times"da yayımlanan çalışmada, Tokyo Tıp ve Diş Üniversitesi araştırmacıları, ailesiyle yaşayan ancak yemeklerini yalnız yiyen ileri yaştaki erkeklerde ölüm oranlarının, ailesiyle birlikte yiyenlerden daha yüksek olduğunu belirledi.Çalışmayı yöneten Yukako Tani, "Yalnız başına yemek yemenin ölüm oranlarını etkilediğini düşünüyorduk ve bunu, çalışmamızda kanıtladık." dedi.
Çalışmaya katılan 65 yaş üstü erkekleri 3 yıl boyunca gözlemleyen araştırmacılar, akşam yemeğini yalnız yiyenlerin ölüm oranının, ailesiyle birlikte yiyenlerden yüzde 50 daha fazla olduğunu ifade etti.
"Erken ölüm riski %20 daha fazla"
Araştırma sırasında akşam yemeğini ailesiyle yiyen 29 bin 182 erkekten yüzde 6'ya denk gelen bin 759 kişi ölürken, ailesiyle yaşayan ancak akşam yemeklerini tek başına yiyen bin 645 erkekten yüzde 9,5'e tekabül eden 156 kişi öldü.
Çalışma sürecinde, yalnız yaşayan ve yemeklerini yalnız yiyen erkeklerde erken ölüm riskinin ise ailesiyle yaşayan ve birlikte yemek yiyenlerden yüzde 20 daha fazla olduğu kaydedildi.Ailesiyle yaşadığı halde yalnız başına yemek yemenin istismar ve yetersiz bakımın işareti olabileceğine dikkati çeken araştırmacılar, çalışmanın aynı zamanda yalnız başına yemek yiyen erkeklerin yetersiz beslendiğini de gösterdiğini belirtti.
Erken ergenliğin atlanmaması gereken 5 sinyali
Sağlıksız beslenme ve hareketsizliğe bağlı olarak gelişen obezite, hormon bozucu etmenlerle temas çocuklarda ergenlik yaşını öne çekiyor. Birçok ebeveyn de endişelenerek doktora başvuruyor. Çocuk Endokrinolojisi Uzmanı Prof.Dr. Serap Semiz erken ergenliğin 5 sinyalini anlatıp önemli bilgiler paylaştı
Milliyet.com.tr / PembeNar Özel
Çocuk Endokrinolojisi Uzmanı Prof.Dr. Serap Semiz erken ergenliğin kızlarda erkeklerden daha fazla görüldüğünü belirterek "Bazı bulgular gözlendiğinde paniğe kapılmayın. Mutlaka düzenli şekilde çocuğunuzun takiplerini yaptırın" dedi. İşte erken ergenliğin 5 sinyali...
1-Meme ve testis büyümesi
Kızlarda meme gelişimi, erkeklerde testis hacminin artması ergenliğin ilk belirtilerini oluşturuyor. Kızlarda 8 yaşından önce meme gelişiminin olması, erkeklerde ise testis hacminin 9 yaşından önce 4 ml ve üzerine ulaşması erken ergenliğin en önemli sinyalleri. Kızlarda 8 yaşından önce diğer ergenlik bulgularının eşlik etmediği "izole meme büyümesi" görülebiliyor. Bu çocuklarda genellikle kemik yaşında ilerilik, yumurtalık ve rahim boyutlarında artış gözlenmiyor ve büyüme hızı normal oluyor. Erken meme gelişimi olan çocukların düzenli olarak sık aralarla takip edilmesi ve bulgularda hızlanma olup olmadığının gözlemlenmesi gerekiyor.
2-Genital bölge ve koltuk altında kıllanma/ter kokusu değişikliği/sivilcelenme
Erken adrenarş (böbrek üstü bezi aktivitesi) kızlarda 8, erkeklerde 9 yaşından önce meme veya testis hacminde artış olmaksızın genital bölge ve/veya koltuk altı kıllanmasının ortaya çıkması anlamına geliyor. Böbrek üstü bezi hormonları olan androjenlerin salgılanmasının erken başladığı olgularda, genital bölge ve/veya koltuk altı kıllanmasına ter kokusu değişikliği, ciltte yağlanma ve akne gibi bulgular da eşlik edebiliyor. Erken adrenarşın düşük doğum ağırlığı, hızlı büyüme ve kilo fazlalığı ile ilişkili olduğu görülüyor. Çevresel endokrin bozucular da bu durumun oluşmasına neden olabiliyor. Ayırıcı tanıda böbrek üstü bezi hormonal bozukluklarının veya tümörlerin dışlanması gerekli. Genital bölge ve/veya koltuk altı kıllanması başlayan olgular düzenli olarak yakından izlenmeli, meme veya testis hacminde artış, büyümede hızlanma, kemik yaşında ilerleme olup olmadığı değerlendirilmeli.
3-Vajinal kanama
Adet kanamasının 9.5 yaşından önce görülmesi "erken adet kanaması" olarak tanımlanıyor. Vajinal kanamaya diğer ergenlik bulguları eşlik ediyorsa, bu durum gerçek adet kanaması olabilir. Bu kanama bazen meme gelişimi olmaksızın görülebiliyor. Bu durumda travma, tümörler, yabancı cisim, cinsel taciz gibi diğer vajinal kanama nedenleri dışlanmalı ve hormonal değerlendirme yapılmalı.
4-Büyümenin hızlanması
Ergenlik hızlı büyüme dönemidir. Kızlar meme tomurcuklanması ile adet arasında 2-2,5 yıl boyunca ortalama 15 cm, erkekler ise 3,5 yıl süren ergenlik süresince ortalama 20-25 cm boy kazanırlar. Ergenlik öncesi yılda 5-6 cm uzayan çocuğun büyüme temposundaki artış dikkat çekici olmalıdır. Ayrıca, ergenlik yağlanmanın geri döndüğü, yani fizyolojik kilo artışı ve vücut yağlanmasının gözlendiği bir dönemdir. Biyolojik yaşın artışı ergenliği tetikleyebildiği gibi, ergenliğin başlaması ile birlikte boy kilo artışı görülebilir.
5-Davranışsal değişiklikler
Ergenlikte fiziksel değişimlere ruhsal ve davranışsal değişiklikler de eşlik ediyor. Fiziksel ve hormonal değişimler, duygusal stres ve davranışsal problemlere neden olabiliyor. Utanma, sinirlilik, ebeveyn ile çatışma, cinselliğe ilgi artımı, sosyal izolasyon, beden algısı ile ilgili sorunlar, depresyon görülebiliyor. Prof.Dr. Serap Semiz, duygusal ve davranışsal değişimler yaşanmasının ergenlik açısından aileler için uyarıcı olması gerektiğini söylüyor.
Ergenlikte bu ayrıma dikkat!
Kız çocukta 8 yaşından önce meme gelişimi ve genital bölge ya da koltuk altı tüylenmesi olması, erkek çocukta 9 yaşından önce testis hacminde artış ve genital bölge ya da koltuk altında kıllanma olması erken ergenlik olarak belirtiliyor. "Erkence ya da erkene kaymış ergenlik" ise ergenlik belirtilerinin erkeklerde 9-10.5 yaşta, kızlarda ise 8-9 yaşta başlaması olarak tanımlanıyor.
Kadınlarda polikistik over sendromuna dikkat!
Kadın vücudunda bulunan iki yumurtalık, her adet döneminde döllenmeye müsait bir olgun yumurta geliştirir. Bu yumurta gelişimini ve olgunlaşmasını "Follikül" adı verilen içi sıvı dolu bir kesecikte tamamlar. Polikistik over sendromu'nda ise birçok yumurta aynı anda olgunlaşmaya çalışır fakat bunu başaramazlar. Sonuçta birçok yumurta vardır ama bunların hiçbiri gelişip döllenme yeteneği kazanamazlar.
Çocuk sahibi olmak amacı ile tüp bebek merkezlerine başvuran kadınların yaklaşık %20' sinde yumurtlama problemi mevcuttur. Yumurtlama problemlerinin en önde gelen sebebi ise Polikistik Over Sendromu adı verilen durumdur. Özellikle bir kadın düzensiz adet görüyor, tüylenmede artış mevcut ve kilosu da normalin üzerinde ise, bu sendromdan kuvvetle şüphelenilmeli, gerekli muayene, ultrason ve tetkikler yapılarak durum açıklığa kavuşturulmalıdır.
Hastalık nasıl tedavi edilir?
Tedaviyi planlarken öncelikle bu hastaların diyetisyen gözetiminde ideal kilolarına inmeleri sağlanmalıdır. Gerekirse insülin direncini kırmak için şeker hastalarında kullanılan "Metformin" ilaç tedavisi bu dönemde kullanılabilir. Tıbbi tedavi ve kilo kaybı sonucunda adette önemli oranda düzelme olabilmekte, yumurtlama probleminin ortadan kalkmasıyla bazen gebelik kendiliğinden oluşabilmektedir. Ancak bu işlemlerden sonra adet düzensizliği devam ediyorsa, yumurtlamayı uyaran ilaçlar ve hormon iğneleri uygulanabilir. Bu takipler sonucu gelişen yumurtalardan normal ilişki önerilerek veya aşılama yöntemi ile gebelik oluşturulmaya çalışılır. Yapılan takip ve aşılama ile gebelik elde edilememiş ise tüp bebek yöntemine geçilmesi önerilir.
20cd93573a974140add380c3461cc43d13 Aralık 2019 Cuma
Dönem makyajları: 1990’lı yıllarda makyaj
Her dönem modanın değişmesi ile beraber makyaj uygulamaları da değişmiş. Dönem makyajları dosyamızda 20. yüzyıl boyunca dönemin modasına göre şekillenen makyajlara bir göz atacağız.
1980'li yılların arkasından gelen bir durulma olarak bahsedebiliriz 90'lı yıllardan. Abartılı ve renkli makyajlar yerini tek renk makyajlara, kabarık ve permalı saçlar ise yerini düz ve pırasa saçlara bırakıyor. Basic t-shirtler, Jean pantolonlar ve günümüzde yeniden moda haline gelen chokerlar çokça kullanılıyor 90'larda. Bu dönemde de günümüzde sıkça esintilerini gördüğümüz 1990'lı yılların makyajına biraz daha yakından bakalım.
YÜZ: 1990'lı yılların modası doğal görünüme sahip bir ten makyajı. Bu dönemde cilt rengi ne çok bronz ne de çok beyaz. İkisinin ortasında tatlı bir renk. Cilt makyajında doğal ışıltılı fondötenler ve çok maske etkisi yaratmayan pudralar kullanılıyor.
GÖZLER: Dumanlı göz makyajının en çok kullanıldığı dönem. Mümkün olduğunca az renk kullanılan bir göz makyajı kullanılmış bu dönemde. Buğulu bir bakış elde etmek için oldukça dumanlı ve keskinlikten uzak bir göz makyajı söz konusu. Eyeliner' ın göz üstünden çok göz altında kullanıldığını da çok net bir şekilde görüyoruz. Kirpikler de bir o kadar doğal. Göz makyajında özellikle gençler gözpınarlarına siyah göz kalemi sürüp göz makyajlarını bir maskarayla tamamlarlardı. Böylece asi bir görüntü yaratmış olurlardı.
KAŞLAR: Bakışları en çok vurgulayan kısım kaşlar. Bu dönemin asi kızları da kaşlarını hep incecik aldırmışlar. Kaşlar ince fakat belirgin. Çok fazla kaş maskarası, kaş farı veya kalemi kullanılmamış.
DUDAKLAR: Makyajlarda en belirgin yer genelde dudaklar. Koyu ve bordo rujlar nüde göz makyajlarıyla kullanılmış. Fakat gotik bir görünüm olmaması adına genelde saten bitişli ve hafif ışıltı içeren bordolar ve kırmızılar kullanılmış.
ALLIK: Yanaklarda şeftali veya pembe tonlardan mümkün olduğunca uzak durulmuş. Bronzerlar ve toprak tonları allık olarak kullanılmış daha çok. Çok yoğun bir kontür uygulaması yok ama gene de elmacık kemiklerini belirginleştirmek için yanaklarda belli belirsiz bir kontür görüyoruz.
SAÇLAR: Bu dönem genelde düz saçlar ve at kuyrukları moda. Saç aksesuarı olarak metal zikzak veya tel taçlar çok moda. İki yandan yapılan topuzlar veya at kuyruklarını da sıkça görüyoruz.
TIRNAKLAR: Tırnaklarda french manikür dediğimiz oje sürme modelinin çok yaygın kullanıldığı dönem 1990'lı yıllar. Uzun tırnaklar genelde kare-oval şekilde törpüleniyormuş.
57e3d2aa52354553957183063de60f11
Trend raporu: Renkli çoraplar
Chanel 2016
Acne Studios 2016
Alexander Wang 2016
Anna Sui 2016
Balmain 2016
Blugirl 2016
Burberry 2016
Burberry 2016
Marco de Vincenzo 2016
Fenty Puma by Rihanna
Giamba 2016
Gucci 2016
Gucci 2016
Gucci 2016
Gucci 2016
House of Holland 2016
Marc Jacobs 2016
Ralph Lauren 2016
Moncler Gamme Rouge 2016
No21 2016
Philosophy di Lorenzo Serafini 2016
Prada 2016
Rodarte 2016
Saint Laurent 2016
Jeremy Scott 2016
Valentino 2016
Chiara Ferragni
34fa521924034318be3ca919fbecbba3